Daron Acemoğlu Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına dair ettiği iki lafla Nobel’den kazandığı prestijin çoğunu ziyan etti. Acemoğlu’nun büyük suçunu ve ağzının payının ne surette verildiğini Serbestiyet’teki (14 Kasım) “Atatürkçülerde Daron Acemoğlu hayal kırıklığı: ‘Ama dönemin şartları…’” başlıklı haberden okumuşsunuzdur. Ben burada Acemoğlu’nun sözlerini aktarmakla yetineceğim, tepkileri haberden okuyabilirsiniz.
Daron Acemoğlu: “Atatürk’ün o sırada politik sistemi açabilmek gibi bir elinde opsiyon olmasına rağmen tam tersini yapıyor. Elinde gücü merkezileştirmeye çalışıyor. Yani mümkün müydü gerçekten daha demokratik bir şey olması? Belki de mümkündü. Niye? Çünkü Osmanlı’dan başlayarak yani I. Dünya Savaşı’ndan önceki parlamentolara bakarsanız daha çoğulcu bir sistem var. İstiklal Savaşı sırasında bile var. Atatürk iyice ele geçirmeden önce.”
Tepkileri okuduğunuzda iki şey göreceksiniz…
Birincisi: Acemoğlu sanki Atatürk’ün milli mücadeleyi zafere ulaştıran liderliğini inkâr ediyor ya da görmezlikten geliyormuş, sanki Atatürk’ün yapıp ettiklerine bir bütün olarak karşı çıkıyormuş da haddi o nedenle bildiriliyormuş gibi bir tona sahip bu tepkiler.
İkincisi: Tepkilerini dile getirenlerden özellikle tarihçi ve akademisyen olanların esas eleştirisi Acemoğlu’nun sözlerinin anakronizmle malûl olduğu yönünde. Bunun bir bilim insanına yakışmadığını söylüyorlar. Aralarından birini temsilci seçtim: “Olmadı Daron Hoca, olmadı. Anakronizm bir bilim insanının başvuracağı bir yöntem değil. 100 yıl önceki tarihi bugünün şartlarıyla eleştirmek yakışmadı…”
Yani: Olmadı Daron Hoca, olmadı. 100 yıl önce bütün Avrupa’da otoriterlik ve ardından faşizm rüzgârları esiyordu. Avrupa’nın siyasi koşulları öyle olmasaydı, Cumhuriyet’in kurucuları istemezler miydi bunu? Lâkin şu, şu ve şu nedenlerle böyle bir şey imkânsızdı. Cumhuriyet’in başlangıçta siyasi çoğulculuğu, ifade özgürlüğünü, parlamentoyu içerecek tarzda kurulabileceğini iddia edenler, ele aldıkları dönemi bugünün bakışıyla değerlendiren iyi niyetli hayalcilerdir ve tabii ki değerlendirmeleri hükümsüzdür. O koşullarda demokrasi ısrarı şüphesiz ki eşyanın tabiatına aykırı olurdu, şüphesiz ki anakronizm olurdu.
Bir de tabii “Osmanlı’nın monolitik siyasi kültürü” itirazı var.
Yani: Cumhuriyet, “ümmetten millet, kuldan vatandaş” yarattı. Devraldığı miras öylesine monolitikti ki, bir “geçiş dönemi” yaşamadan buradan “çoğulcu demokrasi”ye geçmek mümkün değildi.
Tarihçi Şükrü Hanioğlu, Türkçesi geçen yıl yayımlanan Atatürk: Entelektüel Biyografi adlı bin sayfalık hacimli eserinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin demokrasisiz bir cumhuriyet olarak kurulmak zorunda kalındığına gerekçe olarak gösterilen bu iki argümanın ikisinin de temelsiz ezberlere dayandığını savunuyor.
Aslında Hanioğlu’nun bu tartışmadaki düşüncelerini ve tespitlerini ilk ifade edişi bundan 13-14 yıl öncesine kadar gidiyor. Hanioğlu, 2011’de Sabah gazetesinde kaleme aldığı köşe yazılarında “Cumhuriyet ümmetten millet, kuldan vatandaş yarattı” tezini şöyle eleştirmişti:
“Bu tez bizzat Erken Cumhuriyet’in yarattığı monolitik ‘Osmanlı’ kavramsallaştırmasına dayanmaktadır. Buna karşılık, Cumhuriyet öncesi Osmanlı toplumu kendi modernitesini yaratmış, 1908-1912 arasında ciddî bir çoğulculuk ve parlamenter sistemi yaşatabilmiş, ‘vatandaşlık’ı kutsayan, ‘hakimiyet-i milliye’ kavramının gazete adı olacak kadar popülerleştiği bir yapıydı. Sosyalizmden liberalizme, milliyetçilikten İslâmcılığa kadar her türlü fikri savunan siyasî partilere, güçlü kadın hareketine, çok sesli basına, idareyi denetleyen bürokratik kurumlara, işçi örgütlenmelerine sahip bu yapı söz konusu kavramsallaştırma yardımıyla resmedildiğinden oldukça farklıydı.
“Bu yapının Bâb-ı Âli Baskını sonrasında yerini otoriter tek parti iktidarına bıraktığı doğrudur. Ancak Mondros Mütarekesi sonrasında, toplumumuzda da, tüm Avrupa’da olduğu gibi, yeniden çoğulculuğa dönüş eğiliminin ağır bastığı şüphesizdir. 1919 koşullarında seçim yapılması, İstiklâl Harbi zorluğundaki bir mücadelenin ‘tartışan’ bir meclisle yürütülmesi bu eğilimin ne denli güçlü olduğunu gösterir. (…) Dolayısıyla kendi bağlamında değerlendirildiğinde de 1925 Takrir-i Sükûn Kanunu sonrasında nihaî şekline evrilen Tek Parti rejimi ve uygulamalarının yeni cumhuriyetin önündeki yegâne seçenek olduğunu ve devralınan mirâsın bunu zorunlu kıldığını söyleyebilmek mümkün değildir.”
Buradan da Cumhuriyet’in neden demokrasisiz kurulmak zorunda olduğuna dair ikinci argümana geçebiliriz.
Cumhuriyet’in en muhkem ezberi
Bu argümanı bir daha hatırlayalım: Dönem, Avrupa’da otoriter ve totaliter rejimlerin işbaşında olduğu bir çağa tekabül ediyordu, Avrupa Birinci Dünya Savaşı’nın sonundan itibaren bir otoriter devletler denizine dönüşmüştü. Dolayısıyla böyle bir Avrupa’da demokrasi kurmaya çalışmak gerçekçi değildi.
Hanioğlu’nun bu argümana cevabını da eski yazılarından ve yeni kitabından alıntılarla şöyle özetleyebiliriz:
“Bu tez ise tarihî gelişmelerle uyumlu değildir. Avrupa’da ‘otoriter ve totaliter’ karakterli rejimlerin egemenliği Büyük Depresyon’un etkilerinin ağır biçimde hissedildiği 1930’lu yıllarda belirginleşmiştir. Dolayısıyla 1920’li yılların başlarında (1925, Takrir-i Sükûn – A. G.) yapılan bir tercih, o sırada Avrupa’da egemen olan genel eğilimi yansıtmaktan uzaktır. Kendini Avrupa’nın parçası olarak gören Türkiye’nin tercihi de bu nedenle doğal görülemez. Nitekim bu durum Cumhuriyet kurucularını da rahatsız etmiş ve onları 1930’da başarısızlıkla neticelenecek bir ‘çoğulculuk denemesi’ne girişmek zorunda bırakmıştır.
“Harb-i Umumî sonrası Avrupa’sında yükselen eğilim ‘otoriter ve totaliterlik’ değil ‘anayasacılık, çoğulculuk ve demokrasi’ olmuştur. Farklı bir ‘demokrasi’ kurma iddiasıyla ortaya çıkan Bolşevikler haricinde, üç eski imparatorluğun Avrupa topraklarındaki yıkıntıları üzerine kurulan tüm yeni devletler bu değerleri ön plana çıkaran rejimler inşa etmeye gayret etmişlerdir.
“Siyaset bilimcileri 1923’te Avrupa’da mevcut otuz iki devletten yirmi sekizinin ‘çoğulcu demokrasi’ rejimine sahip olduğunu tesbit etmişlerdir. (…) ‘Çoğulcu demokrasi’ Büyük Depresyon’un etkilerinin hissedildiği 1930’lu yıllara kadar Avrupa’nın ‘ideal’ rejimi olmuştur.”
Hanioğlu’nun nihai sözü ise şöyle:
“Dolayısıyla kendi toplumumuza ‘otoriterlik dışı yollarla adam edilemez Doğulular’ benzeri Oryantalist bir gözlükle bakmadığımız takdirde, dönemin koşulları çerçevesinde de ele aldığımızda otoriter tek parti rejimine yönelişin Cumhuriyet kurucuları önündeki tek ve doğal seçenek olduğunu söyleyebilmemiz mümkün değildir.”
Ünlü bir televizyon sunucusu şöyle demiş: “Daron Acemoğlu belli ki Atatürk’ü ve Atatürk felsefesini yeterince bilmiyor. Bunu söyleyebilirim. Yaptığı açıklamalara bakınca Atatürk okuması yapmamış bence yeterince.”
Bu sunucu belli ki Acemoğlu okuması yapmamış yeterince. Bu ‘okuma’nın hangi ülkelerin tarihinin nerelerine kadar uzandığını görseydi imkânsız böyle bir şey demezdi.
Daron Acemoğlu “verilmiş sadakam varmış da zamanında gitmişim buralardan” demiş midir? Bence demiştir.